>akhenaton -> Semavi Dinlerin Kaynağı Sümer

Yayınlandı: 09 Kasım 2009 / Genel
Etiketler:

>Dünyadaki toplumsal yeniden düzenlenişte dinsel saflaşmanın günümüzdeki gerçek önemi, konunun bir kez daha ve fakat yeni bir düzlemde ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.

Zamanımızın üç büyük dininin kutsal kitapları; Eski Ahit, İncil ve Kuran‘ın bilinen en eski kaynağı Sümer kil tabletleridir.

Toplumsal konular ele alındığında bir yanları daima hıristiyan kalan Avrupa bilim dünyası, birkaç bin yıl önceki ‘ilkel insanın’ tanımladığı bir dinin modern takipçisi olmayı bir çeşit aşağılanma olarak algılamış, bilim aşkına bile olsa, bu durumu kabullenmekte güçlük çekmiştir. Bir parça kavrayış derinliği ve özgür düşünceyle hareket etmiş olsalardı, Sümer topraklarında yalnızca Yeryüzü Cennetini değil; göğün 33. katına çıkmadan önce, Sümer tanrılarının etten-kemikten birer yönetici olduklarını da görebileceklerdi; eski insanın, aidi olduğu ve olmadığı toplum birimleriyle ilişkisini yöneten yasaları ve onların günümüze doğru evrimini anlayabileceklerdi. Bugünkü insan, bütün bilgi, davranış ve inançlarında eski insanın doğrudan ve kesintisiz mirasçısıdır.

Tarihin bugüne taşımış olduğu toplumsal kurumlar dünkü biçim ve anlamlarını değişik ölçülerde içyapılarında taşıyor olmakla birlikte şimdi artık oynadığı rol bakımından ilk haldeki kurumlar değildirler. Değişik görüntü ve bozulmuş anlamlarının gerisinde, oluşmasına yol açan tarihsel nedenleriyle birlikte bu kurumları var eden toplum yasalarını anlamaya ve açıklamaya çalışırsak görürüz ki, doğal insan mantığına oturmuş eski edimlerin ilk hallerinin hiç birisinin ‘uydurma’, ‘hayal’ ve ‘anlaşılmaz’lıkla bağlantısı yoktur. Tersine, o kurumlar, eski toplumun en gerçek işlerlik, yapılanma ve şekillenişinin sağlam yansıtıcısıdırlar.

Eski Ahit‘in Sümerler döneminden devraldığı ve bizim, şimdi temel yönlerini denetleyebildiğimiz bir soyutlama süreci içinde, değişen yorumlar temelinde ulaştığı noktaya dayanarak aktardığı “insanın çamurdan var edilmesi”, “Adem baba” ve “Havva ana” anlatımı, uzun tarih içinde yakın dönemin yeni bir ürünüdür. Bulunan ve belki de daha eskileri bulunacak olan kil tablet bilgilerine çok şey borçluyuz. Tabletler göstermektedir ki, Sümer insanı, başka konularda olduğu gibi, başlangıçta, ilk Yaratılış olan “Sümer ülkesinin tohumunun fışkırması” konusunda, o anda yaşadığı gerçeği gördüğü biçimiyle, önce düzenlemek ve sonra da anlatmaktan öte hiçbir şey yapmamıştır. Bütün doğal topluluklar gibi Sümerler de, insanın en gerçekçi ilk hallerinden birini temsil ederler. Ölümle yaşam arası gidip-gelen zorlukları yaşayan eski insanın, zamanını, yeni nesilleri aldatmak amacıyla, yalan ve düşlerden oluşan bir mitoloji üretimiyle geçirdiğini düşünmüş olmak, kilisenin düşünsel mermerlerini hedef alıp yıkmak zorunluluğu anlaşılır olmakla birlikte, Avrupa ‘aydınlanma çağı’nın sayfalarında yine de bir leke olarak kalmıştır.

6000 yıl önce Sümerler, yazısı olmayan her topluluk gibi, yaşanılmış gerçek tarihlerini yeni nesillere, ilahiler yoluyla aktarıyorlardı. Yalnızca yazılı hale getirilmesinden sonra değil, fakat sözlü olarak ortaya çıkışından itibaren bu tarih aktarım biçiminin, binlerce yılın törpüsü altında aşınmış olması ve bu nedenle de parlayan bir süreç geçirmiş olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu oluşum içinde, tarih anlatımındaki olaylar örgüsü ve kavramların içerikleri de değişmiş olmalıdır ve değişmiş olduğunu incelemelerimiz boyunca saptayabiliyoruz. Fakat Sümer insanının yaratılış destanı ve öteki tarih aktarımlarını durmaksızın soyutlayarak evrime uğratan torunlarının, bunu kötü bir niyet taşıyarak yaptıklarını gösteren tek bir kanıta sahip değiliz ve olamayacağız da. Yeni yaşantı biçimi içinde her kavramı değişmiş haliyle tanıyan insan, eski şarkı ve yazıtları, gayet doğal bir şekilde, o an yaşadığı koşulları gözeterek yorumlamak zorundaydı ve öyle de yapmış olmalıdır. Düşüncelerde oluşan evrim, insan toplumunda değişen ilişkilerin gereklerine yanıt verecek şekilde ilerletilmiştir.

Gelişmenin böyle olmasının başka gerçek nedenleri de vardı. Yazının ilk şekillerinin, sonraki nesiller bakımından çözümlenip anlaşılma zorluğu yorum farklılaşmasına maddi bir zemin sunmaktaydı.

Sümer tabletlerini okumaya başladığımız anda tanrıların ve onlar aracılığıyla dinin, tüm toplumsal yaşamın en temel öğesinden son ayrıntısına değin bütün ilişkiler toplamının yasaları olarak bulunduğunu görürüz. Umma ve Lagaş arasındaki sınırı tanrılar belirler, çapa ve kazmayı Enlil icad eder; saban kullanma ve yazıyı insana tanrılar öğretir; Tanrı ve Tanrıçalar durmadan şölenlere katılıp yer-içer ve sevişirler; tanrıçalar, bir erkeği baştan çıkarıp kendisiyle yatmaya zorlar. Daha sonra bütün Tanrıların Baba’sı olacak olan delikanlı Enlil, o sırada küçük yaşta olan tanrıça Ninlil‘e ırmaktaki bir kayık içinde tecavüz edince ‘Büyük Tanrıların 50’si, Yazgı Belirleyen tanrıların 7’si tarafından’;

‘Enlil, seni ahlaksız, kentten defol;
Nunamnir, seni ahlaksız, kentten defol!’

diye azarlanır ve Nippur’dan kovulur.

Daha sonraki haliyle de tanrısal düzen, gerçek yaşamdaki düzenin gökyüzü ve yeraltındaki yansıması olarak varlığını sürdürecektir. Bu yansıma Zeus dünyasında da böyledir. Yerdeki insanların yaşamı, şenlik ve evlilikleri Olimpus tanrılarının benzeridir. Tanrılar dünyası ile insan dünyası arasında birbirine sürekli bir geçişim bulunur. Bilim adamları eski toplumda tanrılar arası ilişki ile insanlar arası ilişkinin paralel duruşunu saptamakla birlikte Tanrı yaşam ve yaşayışının, insanlar tarafından ancak “öyle hayal edilebildiği için öyle hayal edildiğini” düşünme eğilimini sürdürmüşlerdir.

En eski tarihlerden beri toplum birim ilişkilerinin düzenlenmesini saptayan kurallar toplamı vardı. Din olarak daha sonra karşımıza çıkan olgu, özünde, yeni yaşam koşullarının gerisinde kalan eski topluluk ilişki yansıtma kurallarının toplamından ve onların bazan yeni koşullara uyarlanmasından başka bir şey değildir. Süreç içindeki evrimi, değişik bölge topluluklarında, farklı anlatım biçimleri kazanmış olsa da, din her yerde, birer uydurma, korku ve hayaller toplamı olarak değil, fakat tam tersine, başlangıçta, toplumsal ilişkilerin en gerçekçi ilk hallerinin saptanmış yasaları olarak insan yaşamında yer alırlar. Böylece en geri, en ‘ilkel’ toplulukların bile kutsal ve kutsal olmayan varlıkları, günümüzün yasal ve yasal olmayan davranış biçimlerinden başka bir şey olmayan kurallar toplamı olarak ortaya çıkar.

Din kelimesi, semitik akadca dilinde, dinu=karar, hüküm, kanun, yasa, mahkeme olarak bulunur; kural anlamına gelmektedir. Amin, amen bir akitin, sözleşmenin sonundaki “öyle olsun” dileği, bir onay’dır. Eski Ahit‘te tanrı Yahwe veya Elohim, sistemli bir biçimde Adem, Nuh, Abraham, Musa ve öteki peygamberlerle akit yapmak için çöl yollarında onlarla buluşur ve anlaşma’yı tazeler.

Kazıt çalışmaları sırasında bulunan tablet çözümlemelerinden yola çıkarak en eski yapısını anlamaya çalıştığımız “Sümerlerin dini”, onu, başlangıçta toplum birimler arası paylaşım ilişki düzeninin anlatımı olarak biçimlendiren insanın torunları tarafından zorunlu olarak öylesine geliştirilmiştir ki, bugün bu konularda uzman olan ve üzerine yüzlerce sayfalık tezler hazırlayan bilim adamlarımız, Samuel Kramer örneğinde de olduğu gibi, sonunda yine de genellikle çaresiz kalmaktadırlar. Oysa ilişkide olduğu en uzak toplulukları bile etkileyen Sümerler, geliştirilmiş bir ilişki düzenin anlatımı olan dinlerinin kaynaklarını da bize kendileri açıklayan üstün bir kültür temsilcisidirler üstelik.

İnsan atası o denli gerçekçidir ki, sonraki torunları, kendi tarihsel koşulları öyle gerektirdiği için onu da ‘gökyüzünün 33 katı‘ndan birisine taşımış olsalar bile cennet’in nerede olduğunu; Tanrının, Adem ile Havva’yı ilk olarak nereye yerleştirdiğini, yanılgıya yer bırakmayacak tarzda açıklamışlardı.

Eski Ahit’in daha ilk sayfalarında Yaratılış bölümüne ilişkin, iki ayrı tapınak yorumunun bir çeşit zorunlu-onayı ile, ard arda eklenmiş iki çeşitlemesiyle karşılaşırız. Tanrı Yahve‘nin Yeryüzü cenneti Aden bahçesi’ni yaratması, Gök’ün, yer’in ve insan’ın yaratılmasından sonra bu ikinci varyantta aktarılır:

“Tanrı Yahve, doğuda, Eden’de bir bahçe kurdu ve o bahçeye şekillendirdiği İnsan’ı koydu.
Tanrı Yahve, topraktan, güzel görünüşlü ve yemesi hoş ağaçlar ve bahçenin ortasına Yaşam Ağacı olan Helal ve Haramı Tanıma Ağacı’nı çıkarttı.
Bahçe’yi sulamak için Aden’den bir nehir çıkıyor ve dört koldan bu Bahçe’ye hayat veriyordu. Kolun birinin adı Pişon’du, toprağında altın olan Havıla ülkesini çepeçevre dolanıyordu; öteki Gidon idi. Üçüncünün adı Dicle, Asur’un doğusundan akardı. Dördüncüsü de Fırat ‘dır.”
(Yaratılış. 2. 8 )

Fıransa’nın Avranş Piskoposu daha 1698 yılında, Samara ile Basra arasında bulunan bu Dünya Cenneti’ni eliyle koymuş gibi bulmuş ve burasını “Eden: Paradisus terrestris” diye tüm dünyaya ilan etmişti.

Uruk=Erek, Larsa, Niffer=Nippur, Ur, Girsu ve Eridu’nun, yani ilk Sümer topluluklarının yerleşim alanında bulunan “Yeryüzü Cennetini” ve onun yerini tanımlayan Sümer insanının, yaratılış ve diğer anlatımlarda aynı gerçekçiliği göstermiş olmasından neden kuşkulanalım? Sorun şuradadır ki, Sümerlerin anlattığı Cennet ve Yaratılış ile şimdi bilinen “yaratılış” ve “cennet” kavram ve tanımlamaları arasında, temelde hiçbir benzerlik kalmamıştır artık.

En eski Sümer yaratılış ilahilerinde, tanrıların, yeri, göğü ve insanı yaratmış olduğu söylenmez. Başka bir şey söylenir.

“Adı yokken göğün daha
Yerin daha adı yokken
Babaları okyanustan
Anaları Ki-ama-t kargaşasına
Sular karışıp bir oluyordu.

Saptandı sonra tanrılar
Lah-mu ve La-ha-mu seçildi ardından
Zaman akıp gidiyordu durmadan
Belirlendi sonra Sar-ki ve Sar-an
Günleri düzeltip ayarladılar. “
(Poéme de la création) (2*)

‘Gök, yerden ayrıldıktan sonra
Yer, gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An, göğü alıp götürdükten sonra
Enlil, yeri alıp götürdükten sonra. . ‘
(Gılgamış Destanı – Kramer)

Sümer Yaratılış şiirlerinde ‘var etmek’ olarak yorumlanan sözler yerine, çok açık bir biçimde, ‘ad vermek-adlandırmak’tan bahsedilmektedir. Sonraki “yoktan var etme” olarak yorumu, açıkça farklı bir şey söyleyen bu ilk Sümer ilahilerine dayanmaktadır.

Geçen yüzyılın başında en eski Sümer Yaratılış tabletlerini çözümleyen uzmanlarımız, oradaki sözleri, eskiden öyle yorumlamaları toplumsal gereksinim olan Sümer torunları gibi “yoktan var etme” biçiminde algılamaya devam etmişlerdir. Bay Dhorme olağanüstü çaba gerektiren çalışmalarını bu yorumları sürdürerek zayıflatmaktan kurtulamaz ve şöyle der:

” -’ad verilmemişti. ad konmamıştı. adlandırılmamıştı’ ifadeleri ‘var değildi. . yoktu’ (bk. DELITZSCH. AHW. Sayfa 441) anlamındadır. Babil kozmonojisi, yaratılışın anlatımına geçmeden önce, başlangıçta hiçbir şey olmadığını, açıklar. (Sayfa. 2 , Paul Dhorme)

Sümer kil tabletlerinde Tanrılar, Yer-dünya-kara’yı; Sema-Göğ’ü; Adem-insanı.. ‘ yaratan‘ olarak değil, onları birbirinden ayıran, onlara ad veren ve onları ayrıştırıp ad vererek yeniden düzenleyenler olarak yer alırlar. Hatta, bu işi Tanrılar bile yapmış değildir. Tanrılar daha henüz ‘yaratılmamış’ yani saptanmamışlardır.

Çözümlenen eldeki en eski yasa metni olan Kıral Urukagina tabletlerinde, “tohumun fışkırdığı en eski zamanlardan beri ‘pi-lul-da’=bil-lu-du (akadca), yani töre vardı” cümlesine rastlarız. Bu açıklama artık toplumsal ilişkilerin yürütülmesinde töre’nin yetmemesi ve yazılı kanunlara gerek olduğu kapalı düşüncesinin bir çeşit özür açıklaması gibidir. “Tohumun fışkırması” sözü 43 asır önceki Sümer insanı bakımından yaratılış ilahileri yoluyla çok tanınmış olması gereken bir sözdü:

“Enlil, Sümer ülkesinin tohumunun topraktan çıkması için, yer’den göğ’ü ayırmak için, yer’den göğ’ü ayırmaya karar verdi. “(3*)

Bu son derece ilginç cümle, yaratılışın, zaman içinde, farklı yorumlanması bakımından da bir temel oluşturmuştur. Bu bakımdan ” tohumun fışkırması ” ile Sümer topluluğunun oluşturulması, bu oluşum sırasındaki uygulama geleneklerine atıf yapılmaktadır. Anlamı değiştirilerek alınmış, İslam’ın “evlu be-la-dan gayri” sözü 4350 yıl önce Sümer tabletlerinde bu şekilde yer alıyordu. Torah, tevrat sözü de türkçedeki töre sözcüğüyle anlamdaştır ve o kutsal kitap bu bakımdan bir “töreler” toplamıdır.

Sümerlerin başlangıçtaki Yaratılış anlatımına dayandırılan “yaratma” yorumu hatalıydı ve torunları eski Sümerlerin sözlerini zorunlu olarak tahrif ederek, zaman içinde dönüştürülmüş biçimi üzerine kendi dinsel anlatımlarını kurmuşlardır, dersek, tabletlerin çözümünden bu yana, bu artık ispatlanabilir bir iddiadır.

ABD’li ünlü Sümerolog Samuel Kramer bir yandan, Sümer kil tabletlerini ilk çözümleyenlerden birisi olarak, yazılanlara sadık kalmış ve Sümer sözlerini doğru olarak aktarmıştır. Fakat öte yandan, ısrarla bu kil tablet çözümlemelerinde yer alan sözleri günümüzün ortalama bir Hıristiyanı gibi yorumlamaya devam etmiştir. Bay Kramer’de izlediğimiz tutum, konumuz bakımından, tarihte daima sonraki insanın öncekine nasıl yaklaştığının tipik bir örneği gibidir adeta. Anlaşılıyor ki, Sümer insanının yakın torunları da, bu şarkıları kendi torunlarına daima, Bay Kramer‘in şimdiki tutumunda olduğu gibi, kötü bir şekilde yorumlayarak aktarmışlardı.

S. Kramer, Gılgamış Destanı’nın girişinden bir alıntı yapar önce:

‘Gök, yerden ayrıldıktan sonra
Yer, gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An, göğü alıp götürdükten sonra
Enlil, yeri alıp götürdükten sonra… ‘

Bu durumda bay Kramer haklı olarak şaşkındır: Çünkü Tanrılardan önce yer ve gök zaten vardı ve onlar bir bütün oluşturmaktaydı. Fakat, Gök ile Yer hangi gerekçeyle ve kim tarafından birbirinden ayrılmıştı? Daha önemlisi, insan neden «yaratılmamış» ve fakat sadece “adı konmuş” , “insana ad verilmiş” ti?!

Üstelik öteki kil tabletlerde, yer ile gök birbirinden ayrılmadan önce, her tarafın eski ve sonsuz denizle kaplı bulunduğu yazılmıştır. Ünlü Sümer bilimcimiz bu bilgiye de sahiptir. S. Kramer, kendisine ve dolayısıyla okuruna sorduğu yanıtlanması gereken bu karmaşık sorular yumağından kurtulmanın yolunu öyle olması gerektiğini düşündüğü sıradan kilise yorumları serisi ile çözmeye çalışmakta, daha doğrusu önümüze zorla oluşturulmuş bir bilinmezlik tepesi yığmaktan başka bir şey yapmamaktadır.

Öte yandan ünlü Sümer kazıtçısı Bay Woolley de, Sümer tabletlerinde “insanlar“ı kast ederek ‘kara kafalar’ yazılmış olmasından, doğrudan doğruya Sümerlerin “kara saçlı bir halk” olduğu sonucuna ulaşmakla oldukça tedbirsiz davranmaktaydı.

Eratta kıralı ile Uruk kıralı Enmerkar arasında Bay Kramer‘in deyimiyle “ilk sinir harbinin” yaşandığı sıralarda iki ülke ve iki kıralı temsilen iki dövüşçü seçilmesi ve bunların karşılaşması talep edilmişti. Fakat seçilecek kişinin, ne siyah ne beyaz, ne kahverengi ne benekli ve ne de sarı olması istenmişti. Bay Kramer bu durumu derhal yorumlar; “-insandan söz ederken pek de anlamlı olmayan terimler. ” Fakat tabletin daha ilerisinde, Enmerkar‘ın yanıtında dövüşçü kelimesi yerine “giysi” kelimesi kullanılınca Kramer “anlam” bulmaya başlamak üzeredir; “Renkler savaşçıların gövdelerinden çok giydikleri giysileri belirtiyor olabilir.” Bay Kramer gerçeğe neredeyse dokunmak üzeredir!

Toplum hayatında kutsal olan ayırd edici renkler, insan toplumunun geçmişinde yiyecek hazırlık türüyle de doğrudan bağıntılı olarak karşımıza çıkacaktır. Çok eski tarihlerden beri toplum birimlerin kırmızı, beyaz, siyah, yeşil ve mavi renklerle içice geçmiş olması, (dinsel ve ulusal giysilerde, bayraklarda, düğün, ölüm, doğum seremonilerinde) bu konuyla doğrudan ilgilidir. Sümer dilinin ölü dil halini aldığını kolaylıkla ileri süren uzmanlarımız, eski Sümer ve Babil topraklarında bulunan şimdiki ülkelerin yalnızca bayraklarına ve topluluk giysi renklerine bakmış olmayı becerebilselerdi, eski Sümer tanrılarının toplulukları birbirinden ayırmak için dünyayı, gökyüzünü, güneşi, suları ve tanrı bahçesini tam da bu nedenle ‘yaratmış‘ olduklarını görebileceklerdi. Sümerlerin ataları, ilk toplumsal düzenlemeleri sırasında, kara, mavi, kırmızı ve beyaz’ı değişik toplum birimlerinin ayracı olan renkler olarak saptamış olmalıdırlar.

Mezopotamya ve Ortadoğu’da günümüzde hala yaşayan bir dini topluluğa “Kızılbaş” denince, kastedilen, onların saç renkleri değil, geçmişte başlarında taşıdıkları Kırmızı renk, belki altın=kızıl renktir. “Karabaşlı halk” deyimi de, Avrupalı bilginlerin düşündüğü gibi, ’siyah saçlı bir halkı’ anlatmak için kullanılmış değildir. Sümer tanrısı Ningursu‘nun kutsal mavi boğa’sı, Cengiz Han’ın kutsal ‘mavi köpeği‘, Türk boylarından bir kısmının kutsal ‘mavi kurdu’ da aynı nedenle ‘renk’ olarak değerlendirilmiştir. Büyük olasılıkla Mavi renkli boğa, kurt ve köpek yoktu ve hiçbir zaman da var olmamıştı. Fakat Tanrısal, göksel, bu anlamda mavisel kutsal boğa, Kurt ve köpek ise-tabletlere yansıdığı kadarıyla- vardı ve topluluk düşüncelerinde var olmaya da devam etmektedir. “Kök-Türk’ler” biçiminde bir soy bulunduğu iddiasının ardındaki yanlış da kutsal, tanrısal Türk anlatımındaki ‘mavi’=gög‘ün Kök olarak okunup yorumlanmasına dayanır. Yeşilimsi koyu mavi renge Avrupalıların Turkuaz demeleri tesadüf değildir. Ama bundan ötürü bir “mavi Türk” değerlendirilmesi yapılamayacağı gibi, tabletlerdeki ‘Kara kafa” sözünden de saç rengi çıkarılamazdı. Sümer ve sonraki Babil dönemlerinde, İnanna=Hava ile Dumuzi=Adem=Adam‘ın, tapınakların en üst katında olan “evlilik odaları”, baştan aşağı, toplum birimlerini ayrıştıran farklı renkler temelinde ya “turkuvaz” renkli seramiklerden döşenmekteydi, ya da kırmızı, beyaz boyalarla ‘süslenmekte’ idi. Beş kat üzerine, toplam yüksekliği 69 m. yi bulan ünlü Babil kulesinin, Tanrı Kapısı’nın en üstünde bulunan, Marduk ile Sarpanita’nın (Sar-Banu-ta) “evlilik odası” da kutsal mavi seramikle kaplanmıştı. Kabe ise kara’dır. Türkçede, Arap demek de kara’dır.

Ortadoğu’da hem ak, hem kara giysilerin yan yana bulunuşu, konunun bir iklimsel tercih bakımdan ele alınmadığını gösterir. Hititler üzerinden Sümer renk ayrıştırmasının oraya da taşındığı sıcak Yunanistan’ın kadınları da, kara renkli giysileri sever. Hıristiyan ve Müslüman din temsilcilerinin ve eski dinlerin içinden çıkmış hukuk kurumlarının özel giysileri de bu eski geleneğin renklerini taşır. Fransızca mavi-bleu, rengi olduğu kadar etin çiğ halini de anlatır. Türkçe de göğ-gök maddenin renk hali olarak maviyi olduğu kadar hem sema’yı ve hem de yiyeceğin göğ ve çiğ halini tanımlar. Türkçe’de kara, toprak ve kıtaları, yer küreyi-dünyayı anlattığı kadar maddenin renk hali olarak noir=siyah-kara’yı da anlatır. . Yeşil, yeşil rengi olduğu kadar bitkileri, yeşillikleri de anlatır ve Sümer torunları, eski tanrıların kara’sından Dünya; mavi’sinden Sema; beyaz’ından su; yeşil’inden de ağaç ve bitkileri yaratmış olduğu sonucunu çıkaracaklardı.

Sümer yaratılış anlatımında, uzmanlarımızı şaşkınlığa sürükleyen “yer ile göğün birbirinden ayrılması” üzerine sözler; tabletler yeniden ve dikkatlice incelendiğinde görülebileceği gibi, renkler temelinde toplum birimlerin ayrıştırılması ve bu ayrılık temelinde gerekli barışçıl ilişkilerin ve düzenin oluşturulmasıdır.

Sümer ülkesinin tohumu işte böyle ortaya çıkmıştır.

Yorum bırakın